AŞKLIK ORUCU
01 Ağustos 2011 11:32 / 1405 kez okundu!
“Aşkın içinden ellerini yıkar gibi çıkıp gidemezsin, birine bir merhaba demek bile bir sorumluluktur.” Öfke/John Osborne
Geleceğine o kadar inandırmıştı ki, gideceği imkânsızdı. Bu yüzden sınav sonrası verilen öğle yemeği molasında açlığını bile unutmuştu. Belki de iştahsızdı. O yokken neyin tadı vardı ki?
Binlerce kişi arasından sıyrılarak, her yüzde de onu arayarak kafenin en ön masalarından birine oturdu. Bir bardak çay istedi, şekersiz. İçtiği her acı yudumda onu arıyordu gözleri. “Karşımdaki sandalyede senin oturmanı ne kadar isterdim!” cümlesini ona söylemeyecek gücü bulabilmek içindi belki de bu arayış.
Ama nasıl olurdu! Daha dün: “sabah seninle geleyim mi?” sorusuna “hayır, yarın dinlen sen, gerek yok.” diyerek cevap veren kendisi değil miydi? “Olsun, ben ölye söylemiş olsam bile gelmeliydi”, diye düşündü.
Ve bir buçuk saatlik aradan sonra ikinci sınavın başlama zamanı gelmişti. Son kez baktı arkasına, hiçbir yüz ona ait değildi. Gelmeyecekti ve gelmedi.
Aşka inanmayan bir yürek vardı, karşısında. Oysa o kadar hazırdı ki aşka. Üzmüştü, üzülmüştü. Aşka düşman, aşka yakışan. Aşkın yakıştığı tek insan. Ama inanmıyordu. Ne fayda, yüreğini sıkıp sıkıp bıraksa da; sözüyle, davranışıyla umut verse de aşkın öfkeleştirdiği, sevginin boğduğu bir adam vardı karşısında.
Bugüne kadar hiç kırmamıştı onu. Belki de bu gelmeyiş, ilk kırgınlıktan sayılacaktı.
Haftalar sonra bir çay bahçesine çağırmıştı onu. O kadar sevinçliydi ki. Ondan gelen en olumsuz haber bile sırf ondan geldiği için güzelliğe bürünüyordu. Güçleniyordu, her yanı bir anda. Bir düğün davetinden kaçamak yaparak koşar adım gelmişti. Onu çağıran dilde, onu çağıran yüzde bir asabiyet vardı. Ona karşı olmayan fakat ona gösterilen.
Sustu. Susmak kimi zaman en güçlü duruştu. Güçlü durmak için değil, susmak için sustu. Ne sorulursa ne söylenirse sadece söylenmesi ve verilmesi gereken cevaplar veriliyordu. Ve üç beş kelimelik sohbetin ardından öğle yemeği için plân yapıldı. Tam o anda bir telefon sesi duyuldu. Ve bir anda onu çağıran dil, hiç yere bir yere gitmesi gerektiğini söyledi.
Sanki kalbinin tam ortasına bir şey battı. Neydi şimdi bu? İkinci kırgınlık mı? Yoksa hiç gelmediği bir yerden kovulmak mı?
18’ine 1 gün vardı daha Temmuz’un… Bir yıl önce yarın, yani 18 Temmuz’da ilk telefon konuşması yapılacaktı.
Ağlayarak çıktı o merdivenden. Arkasında onu bıraktığını bilerek, varlığını bilerek arkasına bakmadan çıktı.
Aşk bu muydu, acı mıydı, kovulmak mıydı? Bir nesne gibi davranılmak mıydı? Sevmek bu kadar ağır mıydı? İlk kez birisine bu kadar yakınken neden kovulan, bir başına bırakılan olunuyordu? Sakladı gözyaşlarını. Oysa ne kadar da gülümserdi, öncesinde. Hani o yokken… Bir milâdı vardı bu sevginin elbet. Onunla yeni bir şey öğrendi, ağlamayı sevdi.
Ona “işim var, sonra görüşürüz” diyerek söylenen diller ise oruçtaydı. Daha açlığı bozulmamış bir oruç. Aşklık orucu… Aşkın yasak olduğu bir yürek ikliminde, aşka aşık olmuştu. Onca hakaret, onca istenmeyiş; döndükçe kendi yörüngesinde kaybolan topaç bir aşka aitti sadece.
Nerden bilebilirdi ki çift kişilik olan aşkın tek kişilik olacağını! Aşk bir oruçtu onun için. Sevgili için tutulan ve hiç bozulmayacak olan.
Akın AKAR
akinakar88@hotmail.com