Son Uyku

27 Nisan 2012 10:48 / 1676 kez okundu!

 


“Bazı ölümlerin acısı hep yeni kalır”.

Serenad / Ö.Zülfü Livaneli

Sonbaharın ışıklarını yeni yeni hissettiğimiz günlerdi. O ılık, sakin hava yerini kar toplamaya hazırlanan kışa bırakmak üzereydi.

Ne olduysa, o güzel güneşli günlerin sakinliği 23 Ekim 2011 öğleninde kayboldu. İlk önce, adı yeşil olan kentin üzerinden toz bulutları kalkmaya başladı. Sonra kulakları sağır edecek korna sesleri… İnsan çığlıkları… Ve gökyüzü karanlığa gömüldü. Ardından yağmur ve kar. Sonra büyük bir sessizlik. “Bağırarak susma!” diyordu oysa Kahraman Tazeoğlu. Bağırarak susuluyordu. Ve gözlerden yaş geliyordu, büyük bir çaresizlik içinde…

Hep beraber yaşadık bu suskunluğu. İlk kapalı alanlarda kalanlar kucakladı karanlığı. Sağ çıkanlar aydınlığı görenlerdendi. Dışarıda yakalananlar oldu. Şanslıları da vardı, cami minaresinden düşen tuğlalarla vefat eden de. Kimisi kadere yordu, kimisi vadeye. Kimisi Mevlânın işi, sorgu-suâl olmaz dedi; kimisi “her ölüm erken ölümdür” dedi.

Adım adım dolaştığınız her sokakta, yıkık bir kenti kucaklamanın ne kadar zor olduğunu bilemezsiniz. Kimse kimseyle konuşmuyor. Yaşanan şok, herkesi bir başına mücadele etmeye zorluyordu. İlk defa o an, zaman kavramının, yokluğu bu kadar basitleştirdiğini fark ediyorsunuz. En çok da yürüdüğünüz, sonunun nereye çıktığını bildiğiniz yolun bir çıkmazla buluşması sizi sarsıyor. Yıkılan enkazların telaffuzundaki enkaz kelimesi her yıkıkla karşılaşmanızda biraz daha üzerinize çöküyor. İnsanlar yaşadıkları şoku yavaş yavaş atlatınca, kazma, kürek ve ellerini parçalarcasına(ki çoğu kişinin elleri, enkazlardan insan çıkartmak için parçalanmıştı) yıkılan binaların başında çalışmaya başlamıştı.

Korkuyordu insan hâlâ. Yıkılan binaların yanında ayakta duran binaların varlığı, çalışma yapmayı zorlaştırıyordu. Zihnimde kalan bazı acı hatıralar var. Bunları saklamak, anlatamamak o kadar ağır geliyor ki. Her gece yattığımda, depreme yakalandığım binanın zemin katında tek başıma yaşadıklarımı düşünerek uyumak beni hâlâ kötü eder.

Enkazlarla dolu sokakları dolaşırken, bir arkadaşa rastlıyorum. Yakın akrabalarından birinin enkaz altında kaldığını söylüyor. Ve kalan kişinin annesi hemen yanı başımızda hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Enkaz altında kalan kişinin benimle aynı yaşta olduğunu öğreniyor ve merakla çıkartılmasını bekliyoruz. Ben de birçok kere o genç arkadaşın kaldığı enkaz alanına gitmeye çalışsam da görevlilerin engeliyle karşılaşıyorum. Zira o alanda üst üste sıkışarak kalan insanların olduğu söyleniyor. O anne, öyle bir ağlıyor ki ben oğlunun hiç çıkmama ihtimalini düşünemiyorum. O gözyaşlarının sevinçten olmasını diliyorum sürekli. Saatler geçiyor, o saatler ki aylar, yıllar gibi geliyor insana. Akşam oluyor. Enkazlardan çıkarılanlar oluyor. Kimi sağ, kimi ölü. O, hiç tanımdağım ama inadına sağ çıkacağını umut ederek beklediğim genç arkadaş hâlâ çıkmıyor. Ölümü bekliyoruz bir yerde. Ölen insanları… Canlı çıkanlar sevinç ortamı oluştursa da geçen her saat ölüme daha da yaklaştırıyor insanları. Ve ölümü ağlamadan, üzülmeden beklemek imkânsız. Ölümle yaşam arasında kaldığım en uzun günler geçiyor birer birer. Gayri ihtiyari, çöken diğer binalardan etrafa saçılan odun parçalarıyla bir ateş yakıyorum. Isınıyor insanlar. Oturdukça bir yandan da önümüzde akan hayatı, herşeye yetişmiş gibi acele eden insanları izliyorum. Ambulanslar acı çığlıklarıyla gelerek, geçiyor yanımızdan. Sıraya girmiş onlarca ambulans. Vinç makineleri, kepçeler… AKUT görevlileri, sağlık personelleri, polis kurtarma ekipleriyle yoğun bir çalışma var. Birden ağlayan annenin çığlıkları yine bölüyor geceyi. Gece değil aslında sabah ayazına gün devrilmiş çoktan. Geçen her saniye enkazda kalanlar için de umutları yitiriyor. Eşini, çocuğunu, her şeyini kaybeden insanların çığlıkları yükseliyor. Dinlemeler yapılıyor, köpeklerle aramalar… Ama ne fayda… O annenin, ağlamaktan şişen gözleri, uykusuzluktan yorgun düşen bedeni; onu, benimle sohbet etmeye itiyor: “Aynı senin gibiydi oğlum, efendi, yakışıklı, çok iyiydi benim oğlum…” diyor. O an tarifsiz bir bağ oluyor oğluyla aramda. Tekrar gidiyorum enkazın başına. Aynı alanda çöken altı – yedi tane bina var. Her birinin içinde kalan onlarca insan. Hiç tanımadığım, o benimle aynı yaşta olan kişinin, tanıdıklarından aldığım cep telefonu numarasını arıyorum. Çalıyor. Cevap veren olmuyor. Ve mesaj yazıyorum. Belki de ömrümde cevabını hep bekleyeceğim ve asla gelmeyecek olan bir mesaj: “Kardeşim, biz buradayız. Seni bekliyoruz. Sana ulaşmak için çalışıyorlar. Umudunu asla yitirme. Az kaldı…” Daha çok vardı oysa. Üçüncü günün sonunda yorgun bedenimi az da olsa dinlendirmek için evime gittim. Annem ve kardeşim iki gecedir, komşuların yapmış olduğu barakada kalıyorlardı. O an acıdım kendime, çaresizliğimize…

Annemin ısrarlı konuşmalarına rağmen uyumak için ikinci katta olan evimize çıktım. Üzerimde üç günün yorgunluğu vardı. Salona girdiğimde kocaman televizyonun yerde olması bile depremin ne kadar şiddetli olduğunu gözler önüne seriyordu.

Uykuya geçtikten birkaç saat sonra, akşama doğru, telefonum çaldı. Ağlayan, üç gün üç gece yanında durarak, hiç tanımadığım o bayanın oğlu bulunmuştu. Ölmüştü… En kötüsü mü demeliyim en zoru mu, oğlunun bulunduktan bir saat önce yaşıyor olmasının söylenmesiydi.

Aylar sonra o bayanla ve eşiyle tekrar karşılaşacaktım. Ve o insanları en iyi ben anlayacaktım.

Zihnimdeki acı hatıralarımdan silinmeyecek bir olay daha yaşamıştım. Farklı bir enkazın başında çalışırken, ön tarafındaki işyeri dikkatimi çekmişti. İşyerinin vitrininin hemen önünde sarılı halde duran halılar vardı. Halıların işyeri sahibi tarafından kaldırılmasını istedim. Zira enkazdan cenaze çıkabilirdi ve o an için koyulacak en makûl yer orasıydı. O an iş yeri sahibinin bana verdiği cevabı hâlâ duyar gibiyim: “O halının içinde bir baba ile altı yaşındaki oğlunun cenazeleri var…”

Evet bağırarak susmanın vakti çoktan gelmişti. Beton yığınlarının altında kalan yüzlerce hayat. Anlattıkça hatırlanacaklar ve asla unutulmayacaklar.

Yağmur yağdı sonra bu kente; saatlerce, günlerce. Sonra aylarca, aralıksız kar yağdı. Bu arada deprem kendini hâlâ unutturmadı. Ufak sarsıntılarla devam ediyor.

Baharı bekledik, kuş seslerini, güneşli günleri.

Ve biz ölümü çok yakından tanıdık, şahit olduk. Öldü o güzel insanlar birer birer. Arkalarında gözü yaşlı insanlar bırakarak gittiler. Umut ediyorum ki o güzel insanları aynı gün ve saatte her yıl analım.



“23.10.2011 Van ve Erciş Depremi’nde hayatını kaybedenlerin ve yakınlarının aziz hatıralarına, saygıyla…”

Akın AKAR

Eğitimci-Yazar

akinakar88@hotmail.com

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz:
       Facebook'ta Paylaş       
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.

Editör
Konuk Defteri
Üye İstatistikleri
Son Üye Nihat
Toplam 383 Üye
Son Fotoğraf
Okul öncesi eğitime destek Flamingolar Ağlayan gelin: Ters Lale sel zamanı köprü bursa erçiş derneği kadınlar köfte gunu 23.10.2011 Erciş Depremi İ.Tunç masal-2 Akdamar Adası/VAN Halil Emrah Macit
Finans
Alış Satış
EUR YTL YTL
USD YTL YTL
Spiritüalist