ForumGüncel Politika - İskender'in Düğümü  Yeni Konu 

İnadına Demokrasi, İnadına Özgürlük - Nabi Yağcı

05 Mayıs 2009

hurkus

Galiba bir yerde bir yanlış yapıyoruz, sol olarak o kadar çok birbirimizi hırpalıyor, birbirimizi dövüyoruz ki, sanki varlık nedenimiz, misyonumuz birbirimizle kavga etmek. Sol deyince sokaktaki vatandaşın kafasında beliren imaj da bu değil mi? Belki de önce bu sağlıksız duruma kafa yormak gerek. Bu durum hiç de normal değil. Sanıyorum mesele kendimize biçtiğimiz misyonda gizli. Hatta bizzat “misyon” sözcüğünde. Askerin varlık nedeni yani misyonu “korumak”tır. Bu nedenle asker, her yerde tehlike arar, düşman arar, her şey gözüne korunması gereken şey olarak görünür. Koruma, kollama işi yani. Eğer, korunacak bir şey bulamazsa da durumdan kendine vazife çıkarır.

Biz de sol olarak “kurtarıcı” misyonuna kafayı takıyoruz. Hal böyle olunca, etrafımızdaki her şeyi kurtarılacak bir nesne olarak görüyoruz. Biz de askerler gibi, durumdan vazife çıkarıyor, misyonumuza geçerlilik kazandırabilmek için, dünyayı biz kurtarmazsak eğer sonu gelecekmiş gibi tasvir ediyoruz. Yani olanı değil olmasını istediğimizi görüyoruz.

Kuşkusuz dünyanın değiştirilmeye ihtiyacı var; dünyayı değiştirme isteği ve daha insanca bir başka dünyayı mümkün görmek komünist, sosyalist, sol olarak varlık nedenimiz. Fakat bir şeyi “mümkün” görmekle “zorunlu, kaçınılmaz” görmek iki ayrı düşünme pozisyonudur. İkincisi deterministik bir dünya tasavvurudur. Mümkün görmek, mümkün olmamayı da içerir. Böyle baktığımızda başarabilmek için karşımızda duran somut gerçeği daha iyi kavramak, olasılıkları daha iyi hesap edebilmek zorunlu olur, asıl devrimci ve dinamik düşünce tarzı bu demektir.

Bizim doğru düşünüyor olmamız da yetmez, düşüncenin gerçeğe yönelmesi yetmez, gerçeğin de düşünceye yönelmesi gerekir. Yani sosyal değişim “inadına” olmaz. İnadına sosyalizm hiç olmaz.

Oysa, inat edilecek bir şey var. “İnadına Sivil Demokrasi, İnadına Özgürlük.” Bunu herkes anlayabilir, ben de anlarım, sen de. Kürtler, Aleviler, Ermeniler, Müslümanlar da anlar; işçiler ve hatta işverenler de; erkekler ve kadınlar da; sokaktaki vatandaş ve hatta dipçik yiyen, terörist diye hapse atılan çocuklar da.

Cumhuriyet tarihinin yarısından fazlası askerî müdahalelerle geçmiş bir ülkenin vatandaşı ve solcularıyız. 12 Eylül rejiminden kurtulamamışız hâlâ, onun anayasasını bile değiştirememişiz, değiştiremiyoruz. Bir askerî darbe teşebbüsü iddiası yargı önündeyken ve daha dün hiçbir demokratik ülkede görülmesi mümkün olmayan bir tabloya tanık olmuş, bir genelkurmay başkanı başbakan gibi konuşmuşsa, “İnadına Sivil Demokrasi” iddiası kime yetmiyor? Kimi kesmez?

Peki, demokrasi tamam da, gelecek hayallerimiz, ütopyalarımız olmamalı mı?

Bence olmalı ve ben kendimi hâlâ Marx’ın tanımladığı gibi, “Dünyayı tasvir etmek değil onu değiştirmek” idealinin yanında görüyorum. Ama değiştirmeyi takıntı haline getirmek, değişeni görmeyi engelliyor, oysa dünya bize rağmen değişiyor zaten. Ama çoğu kez bu değişim öngörülenlerden farklı tezahür ediyor. Bunu akılda tutmak koşulu ile yine de geleceği öngörmek gerekli; bırakalım sol olmayı, aydın olmanın gereği bu.

İnsanlığın tarih boyunca yürüyüşü dümdüz olmamış, yükselen, alçalan dalgalar gibi seyretmiş hep. Fakat, her seferinde insanlık özgürlük alanını biraz daha genişletmiş, yani hümanizm tarih boyu hiç yok olmamış. Tarihten bu dersi çıkarmak en kötü hallerde bile gelecek için umutlu kılıyor insanı. Başka deyişle, insana dair hiçbir şeyi yabancı görmeyen bir hoşgörü ile özgürlükleri savunmaya cesaret eden öngörüler hiçbir zaman yanlış çıkmıyor.

Avrupa’da Rönesans hümanizmi duraklayıp, Ortak Avrupa hayali yerini ulusalcılığın yükselişine bırakmaya başladığında, ulus-devletler doğmaya ve halklar arasına dikenli teller çekilmeye, düşmanlık tohumları ekilmeye başladığında, herkes ulusalcı dalga önünde secde ederken peygamber kehaneti kertesinde yürekli bir şairin sesi yükselir:

“Ulusal edebiyatların zamanları geride kaldı, şimdi dünya edebiyatının zamanıdır.” 

“Kavramlar ve duygular dünyasındaki serbest alışveriş, tıpkı ticari alandaki mal trafiği gibi insanların zenginliğini artırır.”

Dahası da var, şairimiz, yaklaşan büyük savaşların habercisi ve savaş ideolojilerini besleyen “anavatan” edebiyatını da büyük bir yüreklilik ve keskinlikte eleştirir; “Her yerde yeni vatanların yaratılmaya çalışıldığı bu anda, bağımsız düşünebilen için, yaşadığı zamanın üstüne çıkabilen için vatan hem hiçbir yerdedir, hem de her yerdedir” der.

Ağzından bu kâhince sözler dökülen bu dev şair ve yazar kimdir? Bu kişi kendi kültür ve değerlerine umursamazca sırtını dönen bir nihilist ya da bir vatan haini midir? Hayır. O, Alman ulusunun en büyük şairi sayılan Goethe’dir.

Bugünlerde bu kehanete kulak vermeye aydınlarımızın çok ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.

Taraf
04.05.2009
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.

Bu tartışmayı Facebook'ta paylaşabilirsiniz:
Facebook'ta paylaş
0