‘Hayat devam ediyor’ mu?

17 Ocak 2012 04:30 / 1321 kez okundu!

 

‘Hayat devam ediyor’ mu?


Cumhuriyetle birlikte “efendi, ağa, seyyid, şeyh, dede, mele” gibi sıfatlar da yasaklandı. Bu adım, Kürt coğrafyasında sosyal hayatı ayakta tutan kurumların, geleneklerin, düzen sağlama özelliğine sahip manevi yetkilerin yok olmasına neden oldu. Bireysel imtiyazlar ortadan kalktı ama beraberinde asalet de katledildi.

--------------------

izim gibi ülkelerde aydınların elinde toplumsal davranışları değerlendirmeye yönelik özgün sosyolojik kriterler bulunmaz. Ellerinde Batı entelijansiyasından ödünç alınmış şablonlar vardır ve toplumlarını bu şablonlara göre kıymetlendirirler. Çünkü gücü elinde bulunduran hegemonik Batı medeniyeti bilimsel üretimin de merkezidir. Bilime kendi rengini, şeklini verir, kendi anlayışını yansıtır. Dünyanın geri kalanı ise “Batı’da üretilen bilimi değerlendirmek ya da tüketmek şeklinde konum alır.” Bizim aydınlarımız başka diyarlarda üretilmiş sosyolojik verileri bu diyarın koşulları doğrultusunda yeniden üretip değerlendirecekleri yerde bambaşka özelliklere sahip kendi toplumlarında tüketmekle meşguldürler. Bunu edebiyattan, sanata, eğitimden siyasete kadar her alanda görebiliriz.

Mesela bizim aydınımız da Batı aydınını taklit ettiği için ötekisiz yaşayamaz. Bu ötekisi ilkel, yobaz, kıllı, kirli, ter kokan, geri kalmış, feodal ve eğitilmeye muhtaçtır. Ancak bir sorun var. Bizim aydınımız Batı aydını gibi sınırlarının dışında sözgelimi Afrika’da, Hindistan’da, sömürgelerde bu duygularını tatmin etme, ilkel, vahşi insanları adam etme (!) fırsatını bulamamıştır (bazen Türk aydınının Osmanlı özlemi karşısında acaba kaçan bu emperyalist fırsata yönelik bir hayıflanma mıdır diye de düşünmüyor değilim), hatta Batı aydını tarafından ilkellerle aynı kategoride görülmektedir.

Bu yüzden hem bu kompleksten kurtulmak, hem de egemenlerin safında yer aldığını kanıtlamak için kendi içine yönelir ve toplumunun bir kesimine, dindarlara, Alevilere, köylülere, özellikle Kürtlere bu gözle bakar. Bu yüzden çiftliğinde sabah akşam viski içen, ırgatlarını karın tokluğuna çalıştıran zalim ve ahlaksız Kürt ağalarını ya da modern beyaz insanın aksine yamuk yumuk konuşan, bildik harfleri hırıltılı seslerle çıkaran hemen hepsi kriminal tipler olan Kürtleri, dışarıdan gelen öğretmen, doktor, mühendisle her an “iş pişirmeye amade” Kürt kızlarını yansıtan dizilere, sinema filmlerine rastlıyoruz.

Michael Jackson sendromu

Romanlar yazılıyor, kitaplar kaleme alınıyor. Biraz daha farklı, hatta objektif bir yaklaşım içinde olduğunu, Kürtlerin haklarını ve özgürlüklerini savunduğunu söyleyenler ise Cezayir bağımsızlık savaşına destek olan Sartre havasındalar. Yine aynı tepeden bakmacı eda yani. Sadece Türk aydını mı? Egemenlerden çağdaşlık, modernlik payesini almak için yana yakıla yalvaran, toplumunun her türlü değerine söven, mensubu bulunduğu toplumun değerlerini omuzlarında bir yük gibi gören, bu yüzden bunlardan kurtulmaya çalışan ve beyazlaşmak için ölümüne bir mücadeleye giren Kürt aydın tipi de az değildir. Batı başkentlerinde Türk aydın tipiyle “gavurluk” yarışına giren bu Kürt aydın tipinin davranışı “Michael Jackson Sendromu” olarak değerlendirilebilir mi bilemem (böyle bir sendrom var mı ya da daha önce birileri tarafından kullanıldı mı bilmiyorum. Değilse bu da bilim dünyasına benim armağanım olsun). Kürdün namus anlayışı, töresi, gelenekleri, örf ve adetleri her gün televizyon ekranlarında, gazete sayfalarında, makale ve kitaplarda teşrih masasına yatırılır bu bilim tüketicisi kifayetsiz uzmanlar tarafından.

Devrim toplumsal yapıyı bozdu

Aslında bu anlayış cumhuriyetten önce egemen olmaya başlamış ve cumhuriyetle birlikte uygulama imkanını bulmuştur. Gerçekleştirilen devrimler bağlamında mesela “efendi, ağa, seyyid, şeyh, dede, mele” gibi sıfatlar da yasaklandı. Muhtemelen bireysel imtiyazlara son vermek amacıyla atılan bu adım, Kürt coğrafyasında sosyal hayatı ayakta tutan kurumların, geleneklerin, düzen sağlama özelliğine sahip manevi yetkilerin yok olmasına neden oldu. Bireysel imtiyazlar ortadan kalktı ama beraberinde asalet de katledildi. Bugünlerde çokça duyduğumuz töre, namus, berdel, kuma gibi olguların ahlaki zemini yok edildi. Eğer sözünü ettiğimiz bu tüketici, taklitçi aydın tipi egemen olmasaydı aşağıda vereceğim örnekleri farklı bir zeminde okuma imkanımız olabilirdi. Ya da bu kavramları günün bilimsel verilerine göre yeniden değerlendireceğimiz için bu gibi örneklere rastlanmayabilirdi.

Gulîzer 10-11 yaşlarında bir kızdı. Bir kış günü babası onu everdiğinde yaşıtlarıyla birlikte harmanlığın yokuşunda olup bitenlerden habersiz kızak kayıyordu. Aslında habersiz değildi, sadece bir anlam veremiyordu olup bitenlere ya da oyun sanıyordu. Arkadaşları “seni şimdi kocaya veriyorlar” dediklerinde bile “bana ne!” dercesine omuz silkip oyuna devam ediyordu. Gulîzer evlendirildiğinde köyde küçük çaplı bir tartışma da başlamıştı. Kimi yaşının küçük olduğunu söylüyor, babasını kınıyordu. Kimi kız çocuğunu bir an önce evlendirmenin yararlarından dem vuruyordu. Zaman kötüydü.

Tartışmaya köyün öğretmeni de dahil olmuştu. Öğretmen köylülerin geri kalmışlığından, bu yaştaki bir kız çocuğunu evlendirmenin gericilik olduğundan, bunun çağdaşlığa, medeniyete aykırı olduğundan bahsediyordu. Çağdaşlık ve medeniyet gibi kavramları bilmeyen köylüler bununla evlenme arasındaki bağı da doğal olarak kuramıyorlardı. Öğretmen, çağ dışılık dediği uygulamanın yerine köylünün içine sinecek bir model öneremiyordu zaten. (Öğretmen köylünün sahip olduğu geleneksel değerleri yıkmanın ama yerine bir şey koymamanın misali olarak algılanıyordu) Köylüye göre öğretmene kalsa kızlar “hayasız”laşacaktı. Cuma günü hoca tartışmaya noktayı koydu. Kitapta yeri varmış. “es-Samin ene damin” (sekiz yaşında olanın kefiliyim) diyordu kim bilir hangi şartlarda ve hangi sosyolojik saiklerle yazılmış kitap. Sekiz yaşına gelen biri evlenebilirdi (İmam yüzlerce yıllık kuralları yeniden üretip bugüne uyarlamaktan yoksun bitap düşmüş geleneğin temsilcisiydi). Mesele bitmişti. Ama bitmemişti, biten insanların kendi vicdanlarını yatıştırma süreciydi. Vicdanlar rahatladığına göre Gulîzer bu yolculukta artık tek başınaydı. Birkaç yıl sonra kocasının Gulîzer’i öldürdüğü haberini aldık. Gulîzer’den yaşça epey büyük olan kocası büyüyüp serpilen güzel Gulîzeri kıskanmıştı.

Mêrg (çayır-çimen anlamına gelir) dediğimiz mıntıkada küçücük bir pınar kaynar. Bu pınardan akan sulardan da küçük bir dere oluşur. Akış güzergahında yer alan tarlaların hayat kaynağıdır. Ama tarlalar çok ve dere de cılız olduğu için bir yaz boyunca o güzergahtaki tarlaların sahiplerinin arasında da niza eksik olmaz. Özellikle Hemzê ve Avdel ailelerinin bu yüzden her yaz kavgaya tutuşmaları gelenek haline gelmişti. Bir gece Hemzêlerden Cimşît, Avdellerden Hiso’nun tarlasına giden suyun yönünü kendi tarlasına çevirince sabahleyin bildik ağız dalaşının ötesinde ciddi bir çatışmanın fitilini de ateşlemiş oluyordu. Hemzêlerden dört, Avdellerden de beş kişi yaralanmıştı. Yaralılar eşit olsaydı “bir bizden bir sizden” deyip olayı kapatacaklardı. Ama Avdellerden fazladan bir kişi yaralıydı. İleri gelenler araya girdiler, iki aileyi barıştırdılar. Avdel ailesi o fazladan bir yaralı için Hemzêlerden bir kız aldı kan bedeli olarak. Güzelim Sernaz hayat kurtarmıştı.

Baran diye hesabını kitabını bilmez bir adam vardı. Yine hesapsız kitapsız bir işe girişmiş sonunda ağır bir borcun altına girmişti. Köylüler, hatırı sayılır kişiler devreye girdiler. Hali vakti yerinde bir akrabası onun borçlarını ödeyecek o da kızını ona verecekti. Adam evliydi ve en az beş altı çocuğu vardı. Melahat o sabah xêlî dediğimiz gelinliği giyinmiş, at sırtında gelin giderken babasının hayatını kurtarmanın gururunu yaşıyordu.

Memê’yi evlendirdiler!

Uzaktan bir akrabamız liseye gittiğim yıllarda benden bir kaç yaş küçük oğlu Memê’yi evlendirdi. “Çocuk bir anda o kadar hızlı büyüdü” ki duruşu, tavırları karşısında benden küçük olduğu halde ona “abi” diyesim geliyordu. Hakikaten hızlı büyüdü çünkü daha otuzlarında torun sahibi olmuştu. İki sene önce de vefat etti. Duyduğum zaman yetmiş seksen yıla sığması gereken üç kuşağı kırk küsur senede yaşadı, gördü! demekten kendimi alamadım. Sıkıştırılmış bir hayat gibi.

İçimde unutamadığım bir kederdir. Ateş gibi yakan vicdan azabıdır. Kadınlarla ilgili ne zaman bir olay duysam aklıma gelir. Ağrı’nın dağ köylerinden birinde yaşayan teyzemi ziyarete gitmiştim. Teyzem sıkı sıkıya tembihlemişti beni “falan evin yanından geçme” diye. Ben de gün boyu köy içinde geziyor, dolaşıyor ama o evin yanından geçmiyordum. Fakat merak da yakamı bırakmıyordu. Bir gün ortalığın sakin olduğu bir sırada bütün cesaretimi toplayarak “yasak” evin yakınına sokuldum. Yarı harabe, tavanı bakımsızlıktan yer yer çökmüş ahır ya da samanlık olduğunu düşündüğüm yerden “şişşşt” diye bir ses duydum. Korktum, dondum kaldım. Teyzem haklıydı, bu ev tekin değilmiş, cinler beni çağırıyor herhalde, dedim. Sonra dönüp baktım. Aylardır belki yıllardır yıkanmadığı için keçeleşmiş saçlarıyla, yüzündeki öbek öbek kir tabakalarıyla yırtık pırtık üstü başıyla zincire vurulmuş bir genç kız bana sesleniyordu “Min xilaske” (Beni kurtar) diyordu. Dehşete kapıldım ve dilim tutulmuş halde teyzeme koştum. Önce azarladı beni teyzem. Sonra çok korktuğumu görünce beni rahatlatmak için “o gördüğün cin değildir” dedi ve hikayeyi anlattı. Kızın ailesiyle başka bir köyden bir aile arasında husumet varmış. Düşman aileden biri intikam duygusuyla bu kıza tecavüz etmiş. Ailesi de bu utancı gizlemek için kızı o harabede zincire vurmuş. Diğer köylüler de aileyle kötü olmamak için hiçbir şey yokmuş gibi hareket ediyorlarmış. Teyzem “sakın kimseye söyleme yoksa kötü olur!” diye de beni uyardı. Çocuktum. Kimseye de diyemedim. Sonra o kızın o harabede bir kış günü soğuktan donup öldüğünü duydum.

Asalet katledildi...

Zelal diye bir kadın vardı. Daha küçük yaşta dayısının oğluyla evlendirilmişti. Bu arada kocası bir cinayet işlemiş, uzun yıllar hapiste yatmıştı. Hapisten çıktıktan sonra yeniden evlendi. Zelal kumayı içine sindiremedi. Kocasıyla didişip durdu. Bir gün koca evinden bir gözü çıkmış halde baba evine geldi. Kocası dövüp bir gözünü kör etmişti. Aile kocadan hesap soracağına onu geri dönmeye ikna etmeye çalıştı. Baba evinde barınamayacağını anlayan Zelal kocasının evine geri döndü. Ama huzursuzluk devam etti. Sonunda kocası onu boşadı. Yanında beş altı yaşlarındaki kız çocuğuyla baba evine geldi. Babası kabul etmedi. Boşanmış bir kadın ailesi için utanç vesilesidir. Bu yüzden bizim oralarda hemen hemen hiç rastlanmaz boşanma vakıalarına. Kadınlar da bunu bilirler ve cehennem hayatı da olsa kocalarından ayrılmaz, her türlü zulmü sineye çekerler. Zelal’in çilesi tahammülfersa olacak ki boşanmayı kabul etmişti. Zelal bir akrabasına sığındı. Onlar da gün yüzü göstermediler. Çocuğunu dövüp resmen işkence ediyorlardı. Sonunda şehre gitti, otellerde temizlikçilik yaptı, ev bark sahibi oldu. Hiç Türkçe bilmiyordu, okuma yazması yoktu, ama şehirde ayakta durmayı başarmıştı.

İçeriden biri olarak söylüyorum Kürt meleleri, şeyhleri, ağaları, mîrleri itibardan düşürülmeselerdi bu örneklere rastlanmayabilirdi. Bazen düşünmeden edemiyorum: “Türk aydını Batı karşısında eksikliğini hissettiği “beyaz adam” kompleksini tatmin etmek için mi Kürtleri geleneksel kurumlarından yoksun bıraktı?”

Bu cemaatçi, klikçi kafayla bilimi üretemeyeceğimiz anlaşıldı, bari değerlendirici olalım. Tüketiciliğin sonumuzu getirdiğini görmüyor musunuz?


Vahdettin İnce
ince.vahdettin@gmail.com

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz:
       Facebook'ta Paylaş       
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.

Editör
Konuk Defteri
Üye İstatistikleri
Son Üye Nihat
Toplam 383 Üye
Son Fotoğraf
belediye GENÇLERİ KAYNAŞTIRMA ADI ALTINDA HALISAHA  FUTBOL Patikler - İsmet Tuınç şadırvan tak Rıfat Çalışkan Ulupamir el sanatları Halil Emrah Macit
Finans
Alış Satış
EUR YTL YTL
USD YTL YTL
Spiritüalist