Ayrı gayrısız AYRILIK

20 .şubat 2012 09:41 / 1637 kez okundu!

 

Ayrı gayrısız AYRILIK


"Modern zamanların ayrılıkları kopmalar şeklindedir. Çünkü irfandan yoksun her ayrılık bir eksilmedir, kadük kalmadır. Kısır ve verimsiz olma halidir. Ayrılıktan söz edildiğinde tüylerimizin diken diken olmasının sebebi işte bu eksilme korkusudur."

---------*--------

Göklerle yer birdi, biz onları ayırdık” diyor ayet. Gökler, yıldızlar, feza, hava, atmosfer, yeryüzü, denizler, ağaçlar, insanlar, hayvanlar, velhasıl bütün varlık türleri bu “ayırma” sonucu ortaya çıkmışlardır. Allah her vesileyle “gece gündüz ayrılığı”na dikkatimizi çeker, temel evrensel ayrılıktan sonra güncel ve kesintisiz, sürüp giden ayrışmaya bir örnek olarak. “İnsanlar bir ümmetti, biz peygamberler gönderdik (...) ayrıldılar” der bir başka ayet. Ümmetler, Milletler, kavimler, halklar, ülkeler, yönetimler, en önemlisi o güzelim diller ve de ortak değerler bütününden ibaret medeniyet havzaları bunun neticesidir. Sanki peygamberler potansiyel insani güzellikleri ortaya çıkarmak üzere ayrıştırıcılar olarak gönderilmişlerdir. En önemlisi yüce kitapta “renklerin ve dillerin ayrılığı” kutsal birer ayet olarak nitelendirilir. Nice güzelliklerle birlikte çekik gözlerin sırlı bakışını, beyaz ırkın sarışın albenisini, esmerin asaletini, siyahın bir vicdan azametindeki mahzun ve melül duruşunu, kızıl derilinin yoksunluk içindeki onurunu, şiir gibi akan dilleri, çağlayan misali çağıldayan lehçeleri bu “ayrılık” ayetine borçlu değil miyiz?!.

İslam irfanındaki “Varlık ağacı” (Şeceret’ul-Kewn) benzetmesi de maddi ve insani alemlerde yaşanan bu ayrışma sürecinin irfan dünyasındaki izdüşümüdür. Ağacın gövdesi çekirdekten, dallar gövdeden ve meyveler de dallardan ayrılır. Sonunda insanlara tadına doyulmaz lezzetler sunulur. Meyvesi bir yana, sıcak bir yaz gününün kavurucu “bütünlüğünden” kaçıp dal budak salmış “ayrılığın” gölgesine sığınmanın lezzetine doyulmaz. “Wa’tasîmû bi hablillah” buyruğu, tek tipçi zihniyetin yeknesaklığından, verimsiz aynileşmesinden ziyade kopmadan, yabancılaşmadan ayrı olmanın verimliliğini, değer üreticiliğini başarmanın serlevhasıdır. Her biri ayrı kırat ve değerde rengarenk ayrılık mücevheratının dizildiği kopmaz iptir.

Siz Mevlana’nın “ayrılıktan şikayet”ine bakmayın, eğer sazlıktan kesilmeseydi “Ney” den o alemi sermest eden nağmeler nasıl dökülecekti? “Ney’in Şikayet”i sazlıktan kesilirken çektiği bıçak acısıyla ilgilidir. “Ayrılıklardan şikayet” ini aktarırken “Ney”in, o acısını kast ediyor, Şems’in ayrılığının acısını yüreğinde hisseden Bilge. Ali Şeriati bütün bir medeniyet yükünü bir tür ayrılık olan “hicret”in sırtına vurur. Ayrılık medeniyettir demeye getirir. Bir Mecnun’un Leyla’sına, bir Mem’in Zîn’ine kavuştuğunu, ya da hiç ayrılmadığını düşünün; bütün bir Arabistan’ın Mecnunsuz nasıl bir duygusuzluk çölüne, bütün bir Mezopotamya’nın da Mem’siz nasıl bir kavruk bozkıra dönüşeceğini tasavvur edin, meltemsiz, nağmesiz, inlemesiz. Kim ısıtacaktı soğuk kış gecelerinde Kürd’ün yüreğini?! Modern zamanların ayrılıkları ise kopmalar şeklindedir. Çünkü irfandan yoksun her ayrılık bir eksilmedir, kadük kalmadır. Kısır ve verimsiz olma halidir. Ayrılıktan söz edildiğinde tüylerimizin diken diken olmasının sebebi işte bu eksilme korkusudur. Çünkü irfandan yoksun modern akıl elinde bir balta, bir oduncunun kütükleri kırıp parçalaması gibi her şeyi birbirinden koparmaktadır çünkü. Ayrılıkları kopma olarak temellendiren modern zihniyetin hakikat namına vardığı en son noktanın, evrensel ayrışmanın ruhumuzu okşayan yumuşaklığını bir büyük patlama (Big Bang) olarak nitelendirmek olması şaşırtmıyor beni. Modern zamanların her ayrılığı bir büyük patlama yıkıcılığındadır bu yüzden. İrfan perspektifinde ise ayrılık bir çoğalma, bir değer kazanma, bir değer üretme, bir var olma, ayrı ve bambaşka bir değer olarak görünme sıcaklığıdır. Yaratılış, işte bu sıcak, bu verimli, bu üretken, bu değer katan ayrışma sürecinin adıdır.

Kürd olmanın alâmeti fârikaları

Bu yüzden ben halkların benzerliklerinin değil ayrılıklarının daha ilginç, daha yararlı olduğuna inanırım. Ayrılıkları aynileştirmek aslında insanlığın geri kalanını bir literatürden, bir edebiyattan, bir mana denizinden mahrum bırakmak demek olduğunu bilirim. Bir eğitim sisteminin de aynileştirme esasına dayanıyor olması, toplumu kuru bir kütük verimsizliğine mahkûm etmekten başka bir işe yaramadığı da ortadadır. Bütün bunlardan dolayı Kürtlerin “ayrı”lıkları her “ayrı olma” hali gibi heyecanlandırır beni. Gündelik yaşam itibariyle Kürtleri diğer Ortadoğu halklarından ayıran bir çok özelliklerinin yanında dikkat çeken üç temel özellikleri vardır: Birbirlerine lakap (navnûçik) takıp alay etmek. Çok çabuk öfkelenip aynı çabuklukta pişman olmak. Uzun kış gecelerinde evlerde toplanıp gece yarılarına kadar anlatılan masalları (çîrok) dinlemek. (Belirgin bir yoğunluktan bahsediyorum, yoksa bu özelliklere şu veya bu oranda her halkın arasında rastlayabilirsiniz)

Birkaç Kürdün tarlada, harman yerinde, hatta Camide ya da başka bir yerde bir vesileyle bir araya gelip de birbirlerine lakap takıp alay etmemeleri vaki değildir. Özellikle kışın hemen herkes köydedir, dışarıya gideni pek olmaz. Sabah erkenden durûnge denilen yerde ot ve samandan ibaret yemler özenle teknelere konur ve bir iki saat sürecek hayvanların yemlenmesi faslı başlar, bu olay akşama doğru bir kez daha tekrarlanır. Hayvanlar durûrgeye salındıktan sonra güneş alan bir duvarın dibinde kaçak tütünün eşliğinde bir şakalaşma ve alay etme faslı başlar. Bu işin uzmanları da vardır. Birine bir lakap taktılar mı yapışıp kalır ömür boyu. Hatta torunlara bile miras kalır. Herkes-sonsuz bir hoşgörüyle karşıladıkları halde- bu şakacı/alaycılardan uzak durmaya, yapışıp kalacak bir lakaba neden olacak şekilde açık vermemeye özen gösterir. Ama ne yaparsan yap neticede bir gün senin de civar köylere kadar yayılan ve seninle bütünleşen bir lakabın olabilir. Özellikle lakap takıldığında sinirlenen kişilerle uğraşmaktan zevk alırlar. Bizim köyün şakacısı Fikret söylediği her sözüyle insanları gülmekten kırıp geçirecek bir ustaydı. Gariban Gulavî az çekmemişti dilinden. Sabah erkenden Erciş’e gidecek yolcuları bekleyen minibüsleri kollardı her ikisi de. Gülavi Fikret’in bindiği minibüse binmemeye özen gösterirdi. Ama Fikret önce normal bir şekilde kendisini Gulavî’ye de fark ettirerek bir minibüse binerdi. Garibim Gulavî Fikret’in arabaya bindiğinden emin olduktan sonra başka bir minibüse binerdi. Fakat o da ne, tam hareket edecekleri sırada Fikret bu minibüse damlamasın mı? Şoför ve diğer köylülerin de ortak oldukları bir kumpasa kurban giderdi Gulavî ve yapacak bir şey yoktu. Yarım saat kadar süren cehennem gibi bir yolculuk başlardı Gulavî için. Lakapların bazıları bedensel bir sakatlığı, ya da iriliği, ufaklığı, bazıları ilginç bir anıyı, hatta sıradan bir kelimeyi bile temsil edebiliyordu. Mesela yaşı yetmişlere merdiven dayamış bir Kazimê Çardesalî (on dört yaşındaki Kazım) vardı. Adam ne zaman bir şey anlatsa “ben on dört yaşında iken” diye söze başlardı. Sanki bütün bir anıları, hadiseleri, kavgaları o bir sene içinde yaşamıştı. Kazimê Çardesalî demeden kimse tanımazdı yetmişlerindeki Kazım dayıyı. Biroyê Pêtexe (Ayağı ot demeti İbrahim). Bayağı büyükçe ayaklarını dışa doğru açarak adım attığından dolayı bu lakabı almıştı. Cindîyê Horhore vardı mesela. Özellikle baş aşağı yürüdüğünde dağın zirvesinden kopup yuvarlanan bir kayayı andırırdı. Celadînê Şindik seğirterek yürüdüğü için bu lakapla anılırdı. Yoksulluk da bir lakap olarak kullanılabilirdi. Mesela Zinarê Birçî (Aç Zınar) diye biri vardı. Feyzoyê Ustûqetyayî (boynu kopmuş Fevzî) de duyduğum lakaplardan biriydi. Adamın boynu basbayağı uzundu çünkü. Koptu kopacak kadar yani. Zoroyê Serjinik (Kılıbık Zoro), Qubînê Kûzê (Kambur Kubin), Lezgînê Qertel (Kartal gibi burnu vardı mübareğin). Bazı kadınlar da bu lakaplardan nasiplerini almışlardı. Cemile diye bir kadın altı yedi çocuğuyla dul kalmıştı. Nereye gitse çocuklarından bir kaçı boy boy dizilip onu izlerlerdi. Bu yüzden Cemîla Sercûcikan (civciv yetiştiren Cemile) diyorlardı. Yine bir dul kadın vardı. Çocuklarına hem annelik hem babalık yapıyordu adeta. Hatta sadece babalık yapıyordu da diyebilirim. Çünkü erkeklerin yaptığı bütün işleri yapardı. Erkek gibi davranırdı. Adı Aliye idi ama köylüler adını erkekleştirerek ona Hecî Elî (Hacı Ali) diyorlardı. Kürt olmayanların etnik aidiyetini ifade eden lakaplara da rastlanırdı, Hisênê Tirk (Türk Hüseyin), Çerkez Omer (Çerkez Ömer), Elî Qûlîyê Ecem (Acem, Azeri Ali Kulu), Usivê Laz (Laz Yusuf) gibi. Kürt olup Kurmanc olmayanlar da Mecîdê Zaza (Zaza Mecit), Sîyabendê Sorî (Soran Siyabend) şeklinde çağrılırlardı.

Mıhemed anca ve Rüstem

Uzun kış gecelerinde bazı evlerde toplanıp gece yarılarına kadar anlatılan masalları (çîrok) dinlemek hemen hemen her Kürt köyünde vazgeçilmez bir gelenektir. Bizim köyde de Kış akşamları köylüler bir evde toplanır Mihemed-ı Mele Unıs’ın (Molla Yunus oğlu Muhammed) anlattığı masalları (çîrok) dinlerlerdi. Özellikle Zal Oğlu Rüstem masalı daha bir heyecanla dinlenirdi. Mıhemed amca tabakasındaki kaçak tütünden bir cıgara yakar ve başlardı anlatmaya. Kelimelerle duman birlikte çıkardı ağzından. Rüstem’in gürzü onun elinde inerdi, siyah devin başına, o tutardı Rüstem’in kılıcını İsfendiyar’ın boynuna indiğinde. Taş kesilir dinlerdik sigara dumanıyla birlikte ağzından dökülen kelimeleri, can kulağıyla. Bir gün Rüstem masalının son bölümünü anlatacaktı. Gündüzden herkes konuşuyordu. Bu gece Rüstem öldürülecek. Gün batımında bizim evde toplandı köylüler. Mıhemed amcanın gelmesini beklemeye koyuldular. Derken kapıdan görünüverdi. Asık yüzü ve kan çanağı gözleriyle. Çocukluğundan başlayarak büyütüp yetiştirdiği kahramanını kendi elleriyle öldürecekti bu gece. Tarifsiz bir acı vardı bakışlarında. Köylüler de derin bir hüzün içindeydiler. Anlatmaya başladı. Bu gece bir başka tüttürüyordu cıgarayı. Sesindeki hüzün çok belirgindi. Önceki bölümlerin coşkusu, heyecanı gitmiş, matem havası sarmıştı her yanı. Derken yere düşmüş Rüstem’e bir kılıç darbesi inmek üzereydi. Dondu kaldı herkes. Masalın en heyecanlı yerine gelmişti. Mıhemed amca durdu. Bir anlam veremiyordu köylüler. Ne oldu sonra? Sonrası yok dedi, Mıhemed amca. Bir eli kılıcın kabzasından tutmuş gibi havada, ağlamaklı gözlerini köylülerin üzerinde gezdirerek buğulu bir ses tonuyla “Hiç kimse bana Rüstem’i öldürtemez”, dedi ve çekip gitti. Rüstem’i öldürmeye kıyamamıştı.

Kürtlerin “ayrı”lığının örnekleri olarak paylaştığım bu anekdotların bir çocuksuluğu, bir sosyal oturmamışlığı yansıttığının farkındayım, ama bunlardan kaynaklanan edebiyatın, kültürün, geleneğin tadına varınca iyi ki bu ayrılıkları vardır, iyi ki Kürtler ayrıdır diyeceğinizden en küçük bir kuşkum yoktur. Diyeceğim o ki, ayrılıkları durdurmaya, aynileştirmeye kalkışmayın, başaramazsınız. Sonunda

Vahdettin İnce
ince.vahdettin@gmail.com
Star Gazetesi

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz:
       Facebook'ta Paylaş       
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.

Editör
Konuk Defteri
Üye İstatistikleri
Son Üye Vedtinc
Toplam 384 Üye
Son Fotoğraf
23.10.2011 Erciş Depremi İ.Tunç Ulupamir el sanatları 23.10.2011 Erciş Depremi İ.Tunç ercişte kış seyyar esnafın çilesi Çavuştepe Höyüğü'nden -Önde başaklar arkada Urartu Yöresel konserve Halil Emrah Macit
Finans
Alış Satış
EUR YTL YTL
USD YTL YTL
Spiritüalist