Dil yarası nasıl geçsin!

26 Kasım 2011 03:51 / 2983 kez okundu!

 


Zilan İsyanı’nı çoğunuz duymuşsunuzdur. İşte o isyana adını veren yaralı coğrafya. Kürtlerin, Cumhuriyetin ilk yıllarında yeni rejimin kimi uygulamalarına, özellikle dini kurumlara yönelik uygulamalarına karşı sergiledikleri lokal tepkilerinden biridir Zilan İsyanı.

Dil yarası nasıl geçsin!

Tarihin tanık olduğu en büyük zulümler büyük oranda geçmişin mağdurları eliyle işlenmiştir. Mağdurların zilleti içselleştirmeleri, insan onuruna yakışmayan, gelecek nesillerin hayatını karartan yıkıcı bir etkiye sahip olmuştur. Mağdur olan, olduğuna inandırılan kişi ya da toplum, ya mazlumiyeti içselleştirip kabuğuna çekilir, hayat sahnesinde etkisiz, silik bir özne olarak kalır ya da önüne çıkan her fırsatı zaliminden intikam almak için değerlendirir, hıncını dindirmek için akıl almaz zulümler işler. Her iki durum da insani değerler açısından büyük bir felakettir. Bunun en çarpıcı toplumsal örnekleri kuşku yok ki Yahudilerin ve Ermenilerin durumudur. Yahudilerin üç bin yıllık “Kudüs’ten sürülme” söylemine bir de Alman mezalimi eklenince karşımıza İsrail devletinin şahsında korkunç bir zulüm makinesi çıkıverdi.

1915 trajedisiyle yatıp kalkan Ermenilerin ise, yüzlerinde psikolojik yıkılmışlığın, tükenmişliğin izlerini görmek mümkündür. Bunun sebebi bizzat trajedinin kendisinden çok, ona dayandırılarak geliştirilen mağduriyet edebiyatıdır kuşkusuz. Bu yüzden Ermeniler dünyayı kendilerine acındırmaktan vazgeçip geleceklerini karartıcı bu mağduriyet psikolojisinden kurtulmaya çalışırlarsa, herhalde gelecekleri açısından çok daha iyi bir adım atmış olurlar. Bir neslin yaşadığı trajediyi dünya durdukça gelecek tüm Ermeni kuşaklarına yaygınlaştırmanın, yeniden yaşatmanın kendilerine kazandıracağı bir şey olmasa gerektir. Bu yüzden Kürt aydınlarının her söze girişlerinde Kürtlerin mağduriyetlerini anlatmaya başlamaları endişe vericidir. Mağduriyet bir hayalet bulutu gibi insanı takip edince, bugünü ile birlikte geleceğini de karartır çünkü.

Mağduriyetin içselleştirilmesi

Ama bu, tarihle yüzleşilmemesi anlamına gelmez. Özellikle geleceğin şekillendirilmesine yönelik adımların atıldığı süreçlerde. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de de Hz. Musa önderliğinde bambaşka bir geleceğe doğru yola çıkan İsrailoğulları’na, her fırsatta, “oğullarınızı boğazlıyor, kızlarınızı sağ bırakıyorlardı” benzeri ifadelerle Firavun döneminde çektikleri işkencelerin hatırlatıldığını görüyoruz. Bu, İsrailoğulları’nın yüreklerine Mısırlılara karşı kin ve intikam duygularını yerleştirmek amacına yönelik değildir elbette. Özgürleşme sürecinde yaşanan sıkıntıları büyüterek geçmişe özlemlerini dile getirenlere, geçmişte neler yaşadıklarını hatırlatma, dolayısıyla özgürlüğün değerini bilmelerini sağlama amaçlı bir uyarıdır. Kürtlerin bu ülkenin başlıca mağdurları olduklarını her vicdan sahibi teslim eder. Resmi ağızlar da artık kabul ediyor. Bugün ise önümüzde bambaşka bir geleceğin kapıları açılmış bulunuyor. Kürtlerin bu sürece yapıcı katkı sunmaları hayati öneme sahiptir. Gerekirse geçmişlerini hatırlatarak bu katkıyı sunmaları sağlanmalıdır. ‘Zalimler’inden intikam almak üzere bilenmeleri için değil, ufukta beliren özgür geleceğin kıymetini bilmeleri için. Bunun ne demek olduğunu bilen bir coğrafyanın çocuğuyum ben. Zilan’ın.

Derviş Bey’in milisleri

Zilan İsyanı’nı çoğunuz duymuşsunuzdur. İşte o isyana adını veren yaralı coğrafya. Kürtlerin, Cumhuriyetin ilk yıllarında yeni rejimin kimi uygulamalarına, özellikle dini kurumlara yönelik uygulamalarına karşı sergiledikleri lokal tepkilerinden biridir Zilan İsyanı. Bunun gibi irili ufaklı birçok Kürt isyanının patlak verdiğini de biliyoruz. Çoğu spontane ve tepkiseldir. Ama devletin bu bağlamda bir ajandasının olduğunu, Kürt nasyonalitesini görünür olmaktan uzak tutmak, sahne dışına itmek şeklinde bir planının bulunduğunu, sonraki gelişmeler göstermiştir. Amaç uluslaşmaya dönük özgüveni ortadan kaldırmaktır. Bu planın gereği, ortaya çıkan ve söylediğim gibi çoğu dar bir bölgede cereyan eden lokal olaylar genel bir sindirme ve tenkil aracı olarak kullanılmıştır. İleride devreye sokulacak plana uygun psikolojik zemin oluşturulmaya çalışılmıştır. Zilan İsyanı da ortaya çıkışı ve sonrasında yaşanan gelişmeler itibariyle bu tür olaylardan biridir. Zilan İsyanı günlerine yetişmedim, ama o günleri yaşayan birçok kişiyi tanıdım.

Bizim köyde önceleri Ermenilerle Kürtler (Şêxbizinî aşireti) beraber yaşamışlar. Ermenilerin tehcirinden sonra Kürtler köyde kalmaya devam etmişler. Bir süre sonra Şêxbizinîler ilçeye göç edince köy boş kalmış. Bu durum zîlan isyanına kadar devam etmiş. Zilan olayları bastırılınca isyan artıklarından bazıları boş olan bizim köye yerleşmeye başlamışlar. Her birinin bir hikayesi vardı, yürek burkan cinsinden. Mesela bir Hacı Dilşad nine vardı. Mütevekkil, mümin bir kadındı. Onu hep evlerinin önünde torunlarını etrafına toplamış müşfik bir edayla sohbet ettiği ya da namaz kıldığı haliyle hatırlıyorum. Köydeki bütün kadınlar gibi okuma yazması yoktu, ama bilge bir kadındı. Köyün erkeklerine bile yol gösterir, sözünü dinletirdi. Ölümle sonuçlanabilecek birçok ciddi kavgayı bitirdiğine çok kere şahit olmuşluğum var.

O anlatıyordu. “Derviş beyin (Dewrêş beg) milisleri köyümüze geldiler. Köyün erkeklerinin ellerine üzerinde bir şeyler yazılmış birer kâğıt parçası verdiler ve ‘bu pusulayla Hasanabdal (Hesen Evdal) köyüne gidip isyana katılmadığını söyleyenler serbest bırakılacaklardır’ dediler. Pusulada ne yazdığını kimse bilmiyordu. Hem Türkçe, hem de okuma yazma bilen yoktu. Köyden Hasan Abdal köyüne giden bütün erkekler kurşuna dizildi.”

Aralarında Hacı Dilşad ninenin babası, kardeşi, amcaları da vardı. Pusulada “ben Zilan İsyanına katıldığımı kabul ediyorum” diye yazıyormuş.

Haydar diye biri vardı bizim köyde. Lakabı “Pişt Birîn” (Sırtı Yaralı) idi. Sonradan öğrendim, meğer bu lakabın da Zilan’dan kalma bir hikayesi varmış. Derviş beyin milisleri köylerine gelmiş, kadın erkek herkesi köy meydanına toplamışlar. Haydar, annesi Gulê’nin kucağında birkaç aylık bir bebektir. Hepsini otomatik (Kürtler tometîk derler) silahla taramışlar. Gulê ve bebeği yara almadan cenazelerin altında kalırlar. Bir milisin aralarında hala hayatta kalan var mı diye kontrol ettiği sırada, Gulê ile bebeğinin üstündeki adamın yaralı olduğunu fark eder, bir süngü batırır, adamın sırtından girip karnını delen süngünün ucu bebek Haydar’ın sırtına girer. Ortalık sakinleşince Gulê cenazelerin altından çıkar ve bebeğinin hala nefes aldığını görür. Vurur kendini dağlara. Günlerce dolaşır. Sonunda Erciş’te bir Türk’ün evine sığınır. Adam doktor getirir, evinde bebeği tedavi eder. Süngü fazla batmamış, iç organlarına zarar vermemiş. Hacı Haydar vefat ettiğinde sırtındaki yaranın izi belirgindi.

Öldürülmüşlerin Vadisi

Bayram sabahları, bayram namazından sonra ilk iş mezarları ziyaret etmekti bizim köyde. Bütün köylüler kadınlı erkekli yakınlarının mezarlarını ziyaret eder, başlarında Yasin okurlardı. Hiç gözümün önünden gitmez. Yaşlı bir kadın vardı, Hanım adında. O, Kur’an okumasını bilen bir torununun elinden tutar, mezarlık yerine epey uzaktaki bir vadiye giderdi. Her bayram bu manzara tekrarlanırdı. Biz o vadiye “Newala Kuştîyan” (Öldürülmüşlerin Vadisi) derdik. İsminden dolayı biz çocuklar ürkerdik oraya gitmekten. O vadide bir toplu mezar var. Mezarda on dört kişi yatıyor. Hanım’ın kocası da onların arasındaydı. “Milisler geldiler, ellerini bağladılar, sonra da ‘tometik’le taradılar” diyordu. Hüzün resmedilmiş gibi buruşan yüzüyle bize bakıp.

Anneannem her sabah elimden tutar medreseye götürür, köyün mollasının yanında Kur’an dersi almamı sağlardı. Ben dersimi tamamlayıncaya kadar da medresenin kapısında beklerdi, dersi kırıp oyuna dalmamam için. Onun sayesinde medresede Kur’an okumayı öğrenmenin yanı sıra Arapçayı, dini ilimleri de öğrendim. Ama anneannemin amacı dini eğitim alıp bir molla, bir alim olmam değildi. Onun bütün derdi, Perşembeyi cumaya bağlayan akşamlarda gurbette ölen babasına Kur’an okuyacak birini yetiştirmekti. Perşembeyi cumaya bağlayan her akşamda Kur’an’ı Kerim’i alır Yasin suresini okurdum. Anneannem yanı başımda otururdu. Okuma bitip sıra sevabını ölenlere bağışlamaya gelince “Kasımê Mısto’yu unutma, o gurbette yalnızdır” derdi, askerdeki yakınına mektup yazdırıyormuş gibi. Ben de en başta sevabı onun ruhuna bağışlardım. Kasımê Mısto, Zilan İsyanı bastırıldıktan sonra İstiklal Mahkemesi’nde haklarında sürgün kararı çıkanlardan biriydi. Denizli’ye sürgün edilmiş. Bir keresinde kaçarak köyüne dönmüş, ama tekrar yakalanarak Denizli’ye geri gönderilmişti. Bir daha da ondan haber alınamamıştı. Menfilere af çıktığı halde o dönmemişti. Öldüğü muhakkaktı, ama ne zaman, nerede bilinmiyordu. O bizim ailenin “Kasımê Menfî”siydi.

Bebek Haydar’ın sırtındaki yara

Erciş’te yaşları kırkın ellinin üstünde olan herkes bilir, “Delala Dînik”i (Deli Delal) ve yürek yakan hikâyesini. Zilan İsyanı’nda nişanlı bir genç kızdır Delal. Köydeki herkes öldürülür, annesi, babası ve kardeşleri. Nişanlısı da öldürülenler arasındadır. Delal bu acıya dayanamaz ve delirir. Köy köy, yayla yayla dolaşır. Sonunda Erciş’te Halim Hoca adında hayırsever biri sahip çıkar ona. Evinde barındırır. Sabahtan akşama kadar çarşıda pazarda dolaşırdı Delal. Çocuklar Delal’ı kızdırmaktan pek zevk alırlardı. En çok da “Delal! Helîm Xoce mirîye” (Delal! Halim Hoca ölmüş) dediklerine kızardı, adeta çılgına dönerdi. Bu dünyadaki tek koruyucusunu yitirmekten korkuyordu zahir. Delal, Halim Hocasından önce öldü de bu dünyada bir daha yakınlarını kaybetmenin, bir kez daha kimsesiz kalmanın acısını yaşamadı.

Söylediğim gibi Zilan ve benzeri olaylar, bütün yönleriyle düşünülmüş bir projenin ilk safhasıydı. Sindirme, tepeleme. İkinci safha ise, özgüvenleri kırılmış Kürtleri gerçekte bir dillerinin olmadığına inandırma olarak sahneye konuldu. İki binli yıllara kadar, bu sahneyi seyrettik. Ama bu, beklenenin aksine spontane ve yerel tepkiler olarak ortaya çıkan bütün olumsuz sonuçlarıyla acılarıyla unutulmaya hazır ilk Kürt isyanlarının mahiyet değiştirerek genelleşmesine yol açtı. Yukarıda işaret ettiğim acıları yaşayan bütün Kürtlerin bunları unuttuklarını veya unutmaya hazır olduklarını gözlemlemiştim. Ama Kürtçeye yönelik tenkil ve sindirme hareketini hazmeden bir tek Kürde rastlamadım bugüne kadar. “Hançer yarası geçer dil yarası geçmez”di demek. Anadilde eğitim tartışmalarının yoğunlaştığı bugünlerde güzel Türkçenin güzel deyimlerinden birini hatırlatmak istedim. Deyimler bazen ciltler dolusu kitaptan daha çok şey anlatırlar. Türklerin tarih sahnesinde Kürtlerin “zalimleri”, Kürtlerin de mazlumiyeti içselleştirmiş, ümmetin “mustazafları” olmamaları gerekir. Bu yüzden bebek Haydar’ı tedavi eden ‘Türk’ün benzerlerine ihtiyaç vardır, körpe bedenine süngü batıran ‘milis’e değil. 

Vahdettin İnce

ince.vahdettin@gmail.com

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz:
       Facebook'ta Paylaş       
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.

Editör
Konuk Defteri
Üye İstatistikleri
Son Üye Nihat
Toplam 383 Üye
Son Fotoğraf
19 Eylül Ahtamara Ayini akdamar duvar süslemeleri Alınlık bursa erçiş derneği kadınlar köfte gunu 2. sınıf Abdal Mezrası Köyü - Kasım Demir (köy sakini) şadırvan Arkada Süphan tarlada hayat Halil Emrah Macit
Finans
Alış Satış
EUR YTL YTL
USD YTL YTL
Spiritüalist