SEHPA
25 Mart 2010 18:44 / 1058 kez okundu!
Aralık ayazı… Çok olmuş kış takvim yaprakları arasındaki sevimli mevsim olmaktan çıkalı… Gölün dingin şehri Erciş fırtınalı bir güne teslim…
Okul servisindeki üç kişi kilometrelerce ötedeki Gökoğlan Köyü’ne varma telaşesiyle sabahın erken saatlerinde yola koyuluyor. İç sesim ‘bu havada gidilmez’ naralarıyla beni gitmekten vazgeçirmeye çabalasa da kurum sahibi ile servis görevlisinin kararlı halleri bu sesi bastırmaya kafi geliyor.
Badireli bir yolculuğun ardından köye yaklaşılıyor. Köyün girişinin bir metre karla kaplı olması sürpriz değil. Kurum sahibi, kararlılığından ödün vermeyen tavrıyla azmine sarılarak yanındakine sesleniyor:
-Gir Nuri!
Nuri önündeki kar yumağının büyüklüğüne aldırış etmez bir pervasızlıkla direksiyona sarılıyor. Az sonraki manzara hala hatırlanır türden: Nuri’nin şakaklarından aşağı doğru akan su damlacıkları arabanın açık camından içeri giren ayazın tesiriyle birer buz parçacığına dönüşüvermiş.
Bir saati buluyor köye girmek. Okula varılıyor. Küçük, şirin bir köy binası… Lojmanın açık kapısından gelen seslere yöneliyoruz. Kırk yaşlarında, uzun boylu, kumral bir bey bizi görünce yanımıza gelip selamımıza bir tebessümle karşılık veriyor. Ardından birkaç öğrenci dışarı çıkıp sıcak bir ‘hoş geldin’ iliştiriyorlar yüreklerimize. Uzun boylu adam bireysel eğitime götürmek üzere öğrencilerini almaya gelmiş özel eğitim kurumu çalışanları olduğumuzu öğrenince hoşnut oluyor; fakat duraksıyor bir müddet. ‘Öğrencilerimle muhabbetimi böldünüz; fakat olsun. Size yardımcı olayım’ cümlesi mesleğine bağlılığının göstergesi gibi görünse de onu tanımadan hakkında bir yargıya varma niyetinde değilim. ‘Kızlarım da bize çay yapsın’ derken yumuşak bir talimat anlamı içeren şefkat yüklü bakışlarını az ötede bekleyen öğürencilerinin yüzlerinde gezdiriyor.
Okul geziliyor. Sınıfın, kapının sol tarafında kalan köşesinde yıpranmış, eski bir sehpa oluyor gözüme ilk ilişen. Sınıfın bütün renklerini, duvarları süsleyen şiir ve resimleri dikkatimi çekmeyecek derecede gölgede bırakan küçük, eski bir sehpa… Çaylarımızı rahatça yudumlayabilmemiz için ayaklarımızın dibine dek getirilip işlevini görüyor. O sırada fark ediliyor ki ayaklarından biri kırılmış, yerine, sehpanın rengi ve şekliyle tamamen uyumsuz, ince bir çıta tel parçasıyla tutturulmuş, ayak vazifesi görmekte.
-Bunu kim yaptı? sorusuyla yorgun bakışları bize dönüyor öğretmenin:
-Ben yaptım.
-Memleket neresi hocam?
-Antep…
Gözlerim sehpanın dördüncü ayağına takılı halde, cümle kurma yetilerimi iç sesime yükleyerek fısıldıyorum kalp diliyle:
Kim bilir, ne vakit başladı bu küçük köy okulundaki yolculuğun. Seni insana hizmet yolunda vazifeni görmek üzere buraya bırakıp ‘kolay gelsin’ dediler. Kiminin çayına, kiminin yemeğine, belki bir lokma ekmek peynire sığdırılmış muhabbetine tanık oldun yıllar yılı. Ve bir gün… Belki umarsız bir ayak darbesi belki vurdumduymaz bir el seni bir ayağından mahrum bırakıp yalnızlığa terk eyledi. Yıkıldın, hırpalandın, yabana atıldın. Ümidi kesip senden, ‘işe yaramaz’ damgasıyla karaladılar yüreğini senin de bir yüreğin olduğunu hesaba katmadan… Ve gün geldi kaderine boyun eğip köhne bir sobaya yakıt olmanın eşiğindeyken yüreği pek bir Anteplinin sana uzanan eliyle doğruldun. Yokluğun içinden varlığın, imkansızlığın içinden imkanın kısık sesini işitmeyi başaran bir köy öğretmeni sana işe yarayacağına inanma ve ayağa kalkma fırsatı tanıdı. Bir ahşap eşyaya bu denli kıymet veren bir öğretmen körpe köy çocuklarını hor görmez. Seni doğrulttuğu gibi onların da elinden tutup yaşam yükünü omuzlamıştır elbet. Elde avuçta kapkara umutsuzluktan başka bir şey yokken çocukların yüreklerine umut, dertlerine derman olabilmektir biraz da öğretmenlik. O da bunu yapmıştır. Kendini ‘öğrencilerimle muhabbetimi böldünüz’ diyecek kadar onlara adamış ve çöpe gitmesi muhtemel bir sehpaya dördüncü ayak olmuş bir öğretmen, boy vermeye muhtaç fidanlarına su olmasını da bilir. ‘Okula bunu alamadık, kömür az, odun yanmıyor’ yakınmalarıyla hareket etse bu gün bu köy okulunda içecek çay bile bulunamazdı muhakkak. Her gün ümidi kestiğimiz, bir şans tanımaya yanaşmadığımız nice insan savrulup giderken, inancına sımsıkı sarılıp olmaz dediğimizden olanı üretebilmek onun yaptığı öğretmenliğin ta kendisi olsa gerek.
İçsesim son cümlelerini ona sarfediyor o duymadan:
-Böldük öğretmenim. Öğrencilerinle muhabbetini böldük, bağışla!
Aynı sıcak tebessümle uğurlanıyoruz. Kurum sahibini ve servis görevlisi arkadaşımı takip ederek sessiz adımlarla yürüyorum; öğretmenliğin bir çocuğun tökezleyen düşlerine, topallayan yarınlarına deva olmak kadar kutsi bir görev olduğu düşüncesini Anteplinin bakışlarından teslim alarak…
İTHAF: Yaptığımız köy okulu ziyaretlerinde bize ‘Allah Allah, tam gün eğitim yapması gereken 5 tane okulun 5’i de saat 12’de kapatılır mı?’ dedirterek bizi hayretler içinde bırakan malum köy okullarının öğretmenlerine, devletin ücretsiz dağıttığı Türkçe ders kitabını titrek elleriyle sobada tutuşturarak ısınmaya çalışan 7 yaşındaki köy kızına, yıl 2010 olmasına rağmen halen lavabosu ve WC’si bulunmayan köy okullarımıza, ‘ya biz üç saat erken çıksak da olur. Müfettişler gelecek ama gelseler bile bu dağ başına kadar çıkamazlar. Biz sobayı yakıp çıkalım. Müfettişler dumanın tüttüğünü görünce nasılsa eğitim öğretim devam ediyor deyip okula uğrama gereği duymazlar’ deyip bu dahiyane fikri hayata geçiren akıllı(!) köy öğretmenlerine, köylü yardımcı olmuyor diye eline fırçayı alıp okul duvarını boyayan İzmirli müdireye, yıllardır jelatini bile açılmamış, üzerindeki kalın toz tabakasının altında kaybolmuş bilgisayarlara, ters giden düzeni değiştirebilmek, değiştiremezse bile bir şeyleri yoluna koyabilmek adına canla başla çalışanlara, ‘böyle gelmiş, böyle gitsin’ diyen pervasızlara, çocuklarımızın üzerinden rant sağlayanlara, aylarca öğrenciyi derse almayıp devletten söke söke aldığı meblağı gırtlağından geçirebilenlere, ‘boğazımdan helal olmayan tek kuruş geçerse Rabb’im sen çoluk çocuğumdan çıkar’ diyebilen ahlak timsali yürek sahiplerine, üzerine alınma cesareti gösterebilenlere, üzerine alınma lüzumu duymayanlara, içinde hala bir parça vicdan kırıntısı kalmışlara, en son sana… Bir de bana…
Not: Erciş İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’nün 24 Kasım (2008) Öğretmenler Günü dolayısıyla öğretmenler arasında düzenlediği ‘Anı Yarışması’nda ilçe genelinde ikincilik ödülü alan yazım… (İthaf yazıya dahil değildir…)
Gülşen Çağan